23 Ekim 2012 Salı

Bayramlık suratlar...




Ne zamandır yazmak istiyorum fakat elim bir türlü gitmiyor klavyeye, arada oluyor bu bana. Kendimle yüzleşmek istemediğim anlarda o içe dönüş kısmının sancılı durumundan kaçıyorum sanırım, bilemiyorum.
Bugün de öyle, Allah ne verdiyse takılalım diye geldim. Belki en boktan, en aciz halimi ortaya sermek için ya da sessizliğimi sizinle paylaşmak için. Adını sen koy artık okuyucu arkadaş.
Mutlu bayramlar..
Yaşlı teyzeler gibi başlamayacağım “ahhh, ahhhhh nerde o eski bayramlar” diye. Zira, o teyzelerin özlediğinin bayram olmadığını hepimiz biliyoruz nihayetinde. Gençliklerini, uzanmaya çalıştıklarını, dostluklarını, sevdiklerini özlüyor onlar.
Ve bende…
Sevmiyorum ben artık bayramları…. Çünkü o günün bayram olduğunu hatırlatacak bir el yok . Öptüğüm ellerde karmaşık bir ego hassasiyeti.  Büyüdün sen diyor bir ses, büyüdün. Bayram çocuklara….
Çocuk olmak da istemiyorum ki ben. Belki bir dokunuş, belki bu bayramda iyiki yanımızdasın sesi. Var olduğunu hissetmek. Huzurlanmak…
Ne dersin okuyucu arkadaş çok mu hayale düştüm ben? Çok zor kabullenişler mi istedim? Artık bayramları sevmiyorum diye ben yine hata mı ettim…?
Bu bayram da ben en ucuz maskemi takıp gülen gözlerimle selamlayacağım öpülecek elleri. Şekerler dağıtıp şekerli yalanlar söyleyeceğim. Sonra yeniden, sen yoksun diyecekler yoksun.  Bayramlar çocuklara…!

7 Ağustos 2012 Salı

Manalı Çocuk Sokağı Cinayeti


(Canın her hangi bir yemeği çekmesi gibi... )


öyle gülebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi
aklımın ucunda çocukluğum duruyordu
hafifçe dokunsam çocukluğuma
aklımın ucundan aşağı düşecekti
tutamayacaktım, hakikaten düşecekti
o orada
tuhaf, büyük kahkahalar atarken
annem sıkı sıkıya kavradı babam kesti bileklerimi
seven insanın gözleri geçit vermezdi;
seven insanın gözleri vakte pusu kurardı;
kan olmuş akıyordum
tüm varlığım kana dönüşmüştü akıyordum
ben şimdi kim bilir nerelerden nerelere akıyordum
kurumayacaktım
kurusam leke olacak hiç çıkmayacaktım
onun alnına sürülmüş kurban kanı olacaktım
parmaklarına kanım kına diye yakılacaktı
bunu istiyordum artık, buna kuşkusuz inandım

patlattığım tokatla savrulup yığılırken yere
çekip aldım göğsündeki eşyaların beyaz örtüsünü
kendi gözlerimle gördüm kendi gözlerimle bunlarla
kadının göğsünde yatan dişi yılanın ölüsünü
yılanla boğdum o kadını sonra
yılanla asıp
yılanla sarkıttım leşini balkonlardan
o hep üstünkörü anılıp unutulmuş balkonlardan
haykırdım!
haykırdım!
haykırdım!
çağrılı olmayan hiç kimse
gelmesin artık açılışıma!
gelmesin bir an olsun bile!


Küçük İskender...

28 Haziran 2012 Perşembe

Anadolu Beylikleri...




 "Ben hayatta yaptığımız hiç bir şeyden pişman olmadım."
"Pişman olacağım şeyi asla yapmam"
"Keşke hiç demedim"
"Kesseler asla yüzüne bakmam ben onun"


Milyon çeşit kişiliğin var olduğu nadide ülkemizde (hatta dünyamızda) bizi anlatmayan, bizden çok uzak olan kimlikleri gördükçe gözlerine, kulaklarına inanamıyor insan... Öyle kocaman sözler, büyücek yanılmalar... Her biri birbirinden alevli, her biri birbirinden antidepresan.
Ürküyorum ben, daha da endişeleniyorum kendimi kandırdığımız saatlere denk düştüğümüz anlarda.
Büyük bir kavganın içine atıldığımızda görmekle var olmak arasındaki ince çizginin sessizliği bürüyor içimizi... Sonrasında da yollar ayrılıyor.
En zayıf yanımızı çok güçlü gösterme durumları ya da insan olma meziyetinin fabrika ayarlarına dönüş kısmı acizliğini kabullenmek.
Ben hayatım boyunca ikinci kısım tarafında olmak istedim hep. Başarısızlıklarım oldu, ve çok kez kendimi tanıyamayışlarım, büyük heyecanla başladığım şeylerin aslında bana ait olmadığını anlama sancılarım. Çok pişmanlık çektim, çok düştüm, çok dibe çöktüm...
Ama hep kabullendim...
Pişman olabilmenin erdemine yükselebilmek güzel gelirdi bana çünkü, insandım o kadar da sistematik, mükemmel olmayan bir mekanizmanın defolu parçasıydım.
Sen de öyleydin, onlar da iç seslerinde aynı dizeleri tekrarladı hep, ama hep korktuk yenildiğimizi kabullenmekten... Etrafa saldırdık…!
Oysa hepimiz biliyorduk ki zaman şekillendiriyordu bizi, aynı ritimde gitmeyen bir kalp grafiğinin sancılı dökümüydük.  Asla yapmam dediğimiz şeyleri yapmaya başlayabilirdik, çok pişman olup bir arkadaşımızdan özür dileyip , keşke hiç doğmasaydım da diyebilirdik.
Öyle bir şey ki hayat, her gün yeni bir şey öğretiyor ve büyümeye başladığın an "asla yapmam" dediğin şeyleri yapmaya başlıyorsun. Ki; olgunlaşmak böyle bir şey sanırım daha esnekleşiyor daha olabilirli cümlelerin ortasına giriyor insan.

Küçük bir çocuğun yere düşüp dizini kanatmasındaki öğrenme durumu gibi, kenetlenen hatalar daha özel kılabiliyor yarınları. Tam yenildiğin, güçsüz kaldığın zamanlarda elini tutan iç sesin oluyor çünkü, "yenildin kaybettin ve yeni bir şey öğrendin!" ve şimdi kalkma zamanı diye fısıldıyor kulağımıza...
 İşte tam da ağzını açmak istediğin zaman Anadolu beyliği laflara, havada kalıyor bütün güzellikler, kötüyü kabullenmeden iyiye ulaşamamanın hüznünü çaktırmak istemeyişin havada kalıyor! Küçücük kalbinden çıkan büyücek, bencil sözler öldürüyor mütevazılığımızı..

Pişman olmak erdemdir, anladığına işaret eder bazı zamanlarda. Yeni bir yaşanmışlığa cesaretini tetikler hataları kabullenme durumu.. Örter kibirini, at gözlüklerini...

Ve şimdi kaybettin! Neden kaybettiğini düşünmek yerine, “keşkeleri” hayatından silmeye çalışırsın bilirim... Gel gör ki insansın, duygularını en değişken yaşayan yaratıksın…
Anadolu beyliği laflar silemez aslalarını, keşkelerini.  En önemlisi yarına açılacak pencerendeki karanlıklarını….
(Bu yazıyı yazdığım için hiç pişman olmayacağım desem ne kadar tutarlı olabilirdi ki)

Sevgiler,




29 Mayıs 2012 Salı

Ben hiç yetişemedim zamana..

Ne çok şey var yapmam gereken…

Bulaşık makinasındaki tabaklar mesela

Ütü masasındaki çamaşırlar,

okunmayı bekleyen kitaplar,

yazılması gereken hikayeler.

Dostluklar sonra….

kendimden kaçtığım zamanların bedeli, bir kenarda sarılmayı bekleyen dostluklar,

ıslanılacak yağmurlar…

Ve daha fazlası…

Daha fazla yetişemediğim zamanlar,

daha fazla sustuğum yarınlar…

15 Mayıs 2012 Salı

Change your words....

Kullandığınız her kelimenin bir anlamı var fakat başka kelimelerle yan yana geldiğinde güzel anlamından alıp çok farklı yerlere götürebiliyor cümleyi... Üşütebiliyor, incitebiliyor...

Umarım, sen de değiştirebilirsin artık kelimelerini..



2 Mayıs 2012 Çarşamba

Bu cicilerin hepsi benim olsun derim ben:))

Hayır, hayır.. Moda bloğu değil burası. Ama bu kadar güzel tatlı şeylere yer vermeden de geçemedim.:)




Bu renk beni öldürür:)




Cici misin sen yaaa:)))

























Sevgiyle kalınız.

29 Nisan 2012 Pazar

Fuck Pms!


Erkeklerle yıllardır aynı konu üzerinde tartışma yaşayıp duruyoruz.
E: Bizim işimiz çok zor.
K: Hayır bizimki çok daha zor.
E: Sen bi askere git bakalım. Sünnet ol ya da!
K: Bana bak açtırma ağzımı. Her ay kadınlık çilesini çek, hamile kal, aşer, hatta çocuk doğur, emzir, donunu temizle büyüt, bulaşıkları yıka, evi temizle, zeytinyağlı sarma sar.... bla bla blaa(Bu böle sürer gider, konuşma konusunda kadının üstüne yoktur bilirsiniz)
//(Video bknz:Erkekleri değil kendimizi anlamamız gerekiyor biliyorum )

Tartışmalar her seferinde aynı heyecanla sürüp giderken erkekleri de anlamaya çalışmaya hiç bir şekilde zaman bulamayız. Bizi anlasınlar, bizi düşünsünler isteriz genelde.
Ama öyle bir konu var ki, hiç bir erkeğin anlamlandıramayacağı, hissedemeyeceği sadece saçmalıyor yine diyebileceği...
Evet Pms! Kapı gıdıcırtısına bile göz yaşı dökebileceğiniz, en gereksiz zamanlarda hiç olmadık insanları özleyebileceğiniz, normal zamanlarda gülüp geçtiğiniz bir konuya yastık fırlatabileceğiniz zaman dilimi.
Yaşın ilerlemesiyle birlikte daha da güçlü bir mekanizmaya sahip olan bu şey kadınların malum zamanlarından bir kaç gün önce hayatlarına işkence gibi çöker. Bu zamanlarda daha asabi, daha duygusal, daha yalnızdır kadın. Ağlamak için boktan bir sebep yeter de artar bile, erkek sadece bakakalır. Yapacak çok da fazla bir şeyi yoktur. İlk insan devrini yansıması  doğal bir  işleyiş çünkü.
(Regl gibi, çocuk doğrurmak gibi.)
Bende isterim PMS kaldırılsın diye boykotların içinde olmayı, sosyal platformlarda bunun için örgütlenmeyi..Ama maalesef.....
 Eskiyen elbiselerime hüzünlenme kafası beni de çok  yormaya başladı çünkü:)))
O zaman hep birlikte FUCK PMS  diyoruz kızlar. !dık dık

Sevgiyle kalınız.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Gitmek...


(Şakısı da budur)

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına
Bir başka ülkeye dağlara uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş güç sorumluluk çoluk çocuk aile
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe zaman keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9 akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme içme barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç
Ama olsun… İstemek de güzel.

(Alıntı)

Büyüdük biz!


Artık hiçbirimiz yetişemiyoruz zamana… Serpiliyoruz dostum; yaşlanıyoruz büyüdüğümüzü kestiremeden! Sen de böylesin biliyorum bugün ne yedin mesela, bugün hangi mutluluğu iyice özümseyerek uyandın yatağından?
Hikayeler ne kadar farklı olursa olsun, hissedilenler hep aynı.. Küçük bir çocuğun anne sevgisi, bir ergenin isyan dengeleri, orta yaşların olgun, melankolik hisleri değişik kişiliklerde aynı aynanın parçaları gibi…Hepimiz aynı acıların, aynı mutlulukların eşiğinde yaşayıp gidiyoruz. Ölümlü dünyanın sığ gerçekleri lakabını takmaktan kendını alamıyor insan bu yüzden! Bir süre sonra kaybolanlar biriktikçe, farkına varıyoruz zamanın yavaş yavaş bizi dibine çektiğinin.
Eylemlerinden Tanrılar yaratan bir kız çocuğuyken ben, (ve biz) daha çok içindeydim belkide hayatın, daha çok anlayabilirdim insan olmanın kaygısını, daha az bilirdim ölümü, daha az kirletirdim hayatın derinliklerini… Çünkü büyümenin ne demek olduğunu kestirmek gibi bir niyetim olmazdı, asi cümlelerin ardında bile dünyanın aynı yerden akıp gideceğini zannederdim. Şimdiki gibi hızla yitip gitmezdi zaman kavramı. Ağlamayı çok severdim ama olgunluğun verdiği sancılarla dökülmezdi hiç gözyaşlarım.
Biliyorum çocuk olmanın büyüsünden dem vuracaksın bana. Çocukken herşey daha hayal, daha beyaz, daha naif nasılsa! Bense hayatın bizi zorla soktuğu yarışlardan bahsedeceğim. Seni, bizi kirleten bütün iyi niyetlerimizi sömüren başarma hırslarımızdan. Çünkü aynı hislerin potasından bakıyorsak hayata ve çocuk değilsek hâla, içine girdiğimiz yarışların etkisiyle görememiyoruz önümüzü.
Mesela kaç yaşında olduğunun önemi yok etrafındaki herhangi biri zorla sokulduğun bu rekabbetlere kazanmanın bedeli olarak bir basamak daha atlamanı vaad etmedi mi sana? Sonra bir kazanış daha sonra bir kazanış daha. Bitmek bilmeyen hırslar silsilesi! Hayatın ortasında olmayı, savaşmayı, iyi niyetli hırsları destekliyorum elbette. Benim lafım daha farkına varamadan geçen yılların kaygı dolu yavanlığına! Sonunda neyi nasıl gerçekleştirdiğimizi henüz sindiremeden herşey yitip gidiyor. Bize ait olan kavramların büyüsüne kaptırıp kendimizi karanlık bir öyküde çoğalıyoruz, “Hangi fotoğraf benim silüteim?” sorusunu kendimize sormayı bekleyerek…
Zaman içinde yaptığım en büyük hata diye şekillendi beynimde büyümek fiili, şimdi kaç yaşındayım? nerelere kayboldu yanımda olmasını istediğim insanlar? Sen de büyüdün dostum, biz büyüdük…
Bil ki geçip giden günlerine dokunmaya çalıştığın kadar büyümüşsündür…
Peki sen kaç yaşındasın?



Sevgiyle.

10 Nisan 2012 Salı

Evliliikte keramet vardır derken..


Lise yıllarımda bir gün sende evlenirsin dedikleri zaman tuhaf bir hâle bürünürdüm.
- iç ses hatta dış ses: Yok canım saçmalama ne evlenmesi!
Evlenen kızlara acır,(Bu duyguyu neden yaşadığımıda hâla çözebilmiş değilim) ne zorları varda bi erkeğin boyunduruğu altına girebliyorlar diye zırvalardım.
Elbette çoğu kızın, hatta büyüyünce ne olacaksın sorusuna anne cevabı vermeyen bütün kızların ergen sendromlarımdan biriydi bu. Evet, nadirdir ama normaldim bu konuda! Zamanla dişiliğin verdiği hormonların etkisindendir sanırım, daha bir anlam kazandı bir bebeğe ait olma eğilimi. Erkekleri çok kandırırız bu konuda ama önce bebek fikri sonra evlilik fikri oluşur çoğu kızın beyninde. “Çaktırma tatlım!”
Annem, Allah herkesi hakkıyla yaratır der. Gerçekten de böyle çünkü bir gün kendimi gelinlik modelleri bakarken buldum ben, sonrasında da hiç istifimi bozmadım. “Şşş neden acaba”
iç ses: Hepimiz evlenirsek annelerin evlilik üzerine kurduğu aforizmalar kendi kendini yok eder belkide:)
Nihayetinde evlenmek için evlenmediğim, aşık olduğum, evet bu adamdır abi dediğim biriyle izdivacımı gerçekleştirdim. Evet evet iyikide yaptım ben bu işi, çoğu kapısının önünde çekirdeğini çıtlatan teyzelerimin deyimiyle kedi olalı ben bir fare tuttum:) “Daha bulamadın mı kız birini?”
(//Biraz da olsa yazdıklarımı okuyabildiyseniz klişe adetlere karşı protest tavrımı tabikide anlamışsınızdır. "Etraf evde kaldı der" diyen milyon tane elalem suretini buraya toplasalar kurşuna dizebilirim belkide, fazla girmiyorum bu taraflara)
Sonunda evlendik, barklandık, düğünlendik, başımızı göğe erdirdik! Yıllarını avareliğe, başı boşluğa, bağlanamayışlara vermiş biri olarak kolay olmadı elbette… Hatta ertesi gün gelecek misafirleri hesaba kattığımda hayattttt benii neden yoruyosunnnn diye debelip durdum…
Keramet nerde ulan şaşkın teyzeler diye sormak istiyor insan bu tarz durumlarda.! “Çaktırmadım”
Bütün bunlara rağmen hayatını, herşeyini paylaşabilme şansı alabildiğine huzurlu dünyalara götürüyor insanı. Yani keramet varsa evlilikte değil; paylaşımlarında, kendinden bir parça olduğunu kabullenme kısmından sonra var:) “Bunu sende biliyordun değil mi tatlım?”
Kerametleriniz bolca olsun efendim.
Sevgiyle..

Rüyalara yolladım kendimi...


“Evet şöhreti kaldırmak kolay değil yine de biz sanatçılar halkla dayanışma halinde olmalıyız.”
Tam da bu sözlerle kendimi bi bok sanmaya başlarken, saçmaladığımı farkettim. Ben yine garip rüyalardan birini görmüştüm ve etkisinden kurtulmaya hiç de niyetim yoktu. Kaç kez kendimizi özel, seçilmiş, meşhur hissedebiliyoruz ki rüyamızda!
Rüyamız Adana’da geçiyor, Adana nereden çıktı onu da hiç bilemiyorum. Pek sevgili kocam ile oraya gitmişiz, geziyoruz. Bir otelde kalıyoruz otel küçük, çok da bakımlı bir yer değil. Kendimce bana bunu nasıl yaptıklarını düşünuyorum çünkü ben meşhur bir insanım, bir kere sanatçı kaprisim var! Kulis klişelerim var.:)
İşin garip tarafı benim meşhur olduğumu bazı anlar herkes biliyor bazen de normal sıradan bir vatandaşım. Bu olay benim rüyalarımda çok normal, bilinç altı geçişleri, anlık hafıza kayıpları alışkınız bunlara sevgili yastığımla birlikte!
Baya bi geziyoruz Adana’yı. Tarihi yerlere gidiyoruz. Ertesi gün çekimim olduğunu hatırlıyorum, otele gidip biraz dinlenelim diyorum, gezintiyi bırakıyoruz… Otel de televizyonu açıyorum…
Aaaaaaaaa! Bir de ne göreyim, Benim Hülya Koçyiğit ile birlikte oynadığım film televizyonda! Deliriyorum tabi rüyayı görürken (kalp atışlarımı hala hissediyorum:)). Ama heyecan yapmıyormuş, artık filmlerini izlemeye çok alışmış bir star edasında yaklaşıyorum, tıpkı sıradan bir haftalık diziyi izler gibi alışa gelmiş, sakin.. Kıçım tavan, burnum aynı hizada!
Filmde Hülya Koçyiğit’in ikiz kız kardeşiyim. Çok benziyoruz birbirimize, müthiş güzelim, hatta rüyada direk kendimi öpmek istedim, en güzel halimdi çünkü:) Hülya’cım beni çok seviyor, iyi de anlaşıyoruz… İkimizde aynı insanı seviyoruz rüya sahibesi olduğumdan tabiki ben daha çekiciyim:)
Film aynı konuyla dönüp dolaşırken rüyamın içinde düşünmeye başlıyorum. Bu film siyah beyaz ve Hülya Koçyiğit’in gençlik hali. “Ben o kadar yaşlı mıyım?” “Siyah beyaz ne alaka?” “Kesin nostaljik bir film çekmeye çalıştık eskileri canlandırmak için ondan böyle evet” diye kendimi yiyip bitirirken aniden uyandım! Hayır ben yaşlanmadım , yaşlanmam, Hülya yaşlı ben değil.
Nereden esti bu rüya bilemedim dostlar, ama sponsorluğu için Hülya’cıma çok teşekkürler. Bir sanatçı edasında selamlarım hepinizi.
Sevgiler..

Sanal, kirli dünyalarımız...


Milletçe tepki göstermeyi çok seviyoruz. En iyisini zaten ben bilirim temalı sohbetlerin tepe noktasındayız ne zamandır. Özellikle internetin ve sosyal platformların hayatımıza girmesiyle yazınsal tepkilerimiz ayyuka çıkmış durumda. Şimdi hatırlıyorum da bir çok arkadaşım “İnternet Sansürü”‘nün duyulmasıyla birlikte duvarlarını “İnternetime dokunma” temalarıyla doldurmuştu, özgürlüğün içindeki tutsaklığı görmezden gelerek! Sonra başka bir konu, sonra aynı tadı aldığın sanal bir boykot. Her gün başka bir isyana sırdaş oldu internet siteleri. Hepimiz sevdik bu sanal mecrayı, dokunmaya çalıştık kendimizce, hakkını verdik duyarlı vatandaş olma imzasının.
Deprem oldu yardım çağrılarında bulunduk, şehitler verdik “Vatan sağolsun” çığlıkları attık. Ülkeler arası gerilimlerin içinde hepimiz politikacı, hepimiz Başbakan, Cumhurbaşkanıydık. Ermeni soykırımına tepki gösterdik, ölen ermeniye gebersin diyebildik.
Biz çok sevdik yani bu sanal sosyal sorumluluk işlerini…Hepimizin işi oldu sosyal paylaşım sitelerinde bir şeyler karalamak, isyanımızı dışa vurmak!
Tepki aracı görmeyi bir yana bırakırsak çok da eğlendik. Harika eğlenceli şarkılar paylaştık, eski sevgilerimize acıklı şarkılarla dön çağrılarında bulunduk, photoshoplu bir kaç fotoğrafımızla az havalar atmadık, az canlar yakmadık. Fotoğraf albümlerimiz oldu çoğumuzun adını “dostlarla muhabbette” koyduk. Yalan dünyanın gerçeklerini bir kenara bırakıp klavyelerle seviştik.!
Ve bir zaman geldi görmezden geldiğimiz kıstaslar bir bir yüzümüze çarpmaya başladı. Çok yalnızlaştık, çok!
Sabahın kör vaktinden başlayıp, gecenin en dipsiz karanlığına kadar abuk subuk paylaşımlarda bulunduk ama bir dostumuza merhaba diyemedik. Konuşmayı hayatımızdan çıkardık çok önceleri. Oynadığımız boktan oyunlardan fırsat bulup bir kahveye yer veremedik. Hep çok meşgulüm havalarındaydık, “en komik resimler” grubu çok daha önem kazandı bilinçaltlarımızda. Cool insan profilinin altında aslında yapayalnız olduğumuzu yüzümüze vurmaya başladığında girdiğimiz sanal testler, hayatlarımıza bahaneler sıralamak için hiç gecikmedik. Evet, evet ben de oradaydım herkes gibi hızlıca tükettim teknolojinin dijital renklerini…
Yararlarıda çoktu tabiki bu dünyanın. Mesela akrabalarımızdan heybetli, karakterli “Nazmi Amca”‘nın tam bir sapık olduğunu öğrendik. İlkokul arkadaşımız “Ayşe’nin ağlak, koca delisi olma yolunda hızla ilerlediğini ya da. Acemi dünyalarının, olgun gerçeklerini görmezden gelerek eklediler yaşanmışlıklarını sanal duvarlarına.
Şimdi ben uzun zamandır düşündüğüm şeyleri paylaşmak istiyorum sizlerle. Benim de tepkim tamda bu konunun ortasında çünkü…
Sesimi duymadan, dokunmadan varolan bütün paylaşımları es geçiyorum hayatımda. Umrumda değil hayatlarınıza soktuğunuz meşguliyetleriniz. Zaman tünelleriniz, oyunlarınız, silik fotoğraflarınız, dıştan bakılınca çok duyarlı vatandaş olma telaşlarınız… Ve daha fazlası…
Hâla “işten, güçten fırsat bulamıyorum dostluklara” diye hayıflanabiliyorsan bana, o çok özgür dünyanın lanetli tutsaklığında kalmaya devam et! Ve lütfen orada kal!

Neden gerçek değilsin İsmail abi!


“-sanki böyle… buram acıyor gibi ha, buram sanki… sanki buram çok acıyor gibi oldu şimdi, bu acı geçiyor mu?
-…
-he?
[...]
-ismail abi naptın?
-gitti işte… niye gitti ki… yani… gitmeseydi, nolurdu? gitmeseydi nolurdu!
-gitsin ya. ama böyle yani yürüsün gitsin ya. gitmeyince de olmuyor. geliyor yine olmuyor.
-ama ben onu çok sevdim. ne güzel gözleri vardı ama dimi! kocaman gözleri vardı! ben daha onu, seni seviyorum demeden sevdiğimi söylemeden gitti. anlamış mıdır acaba benim sevdiğimi o ?”
Çoğu zaman iyi oyunculuktan çok, karaktere yüklenen profiller daha da çekici kılıyor izlediğimiz sahneleri. Bazen kendimizden bir şeyler buluduğumuzda, bazen aslında olmak isteyip hiç bir zaman cesaret edemediğimiz kahramanlıklar çekiyor bizi içine…
Benim de son zamanlarda en çok takıldığım karakter hepimizin Abi’si, hepimizin dostu İsmail Abi:) Kalbi tertemiz, insanı çabucak gülümsetmeye sevkeden, içli, atarlı masal kahranımız yani. Payetli takım elbiselerinin ardında, bi gün geleceğini düşündüğü gemiyle bilinçaltımda inceden inceye bağlantılarımızı kurduk. Bir dostun en saf haliyle yanında kalmasını istemeyecek kim vardır ki şu hayatta. Ağzım çekilsin ki ben hiç bir zaman bulamadım!



Ve kısa bir mektup,
İsmail Abi,
Bu mektubu okumanı istermiydim bilemiyorum. Üzülüp hüzünlenmenden korkardım sanırım. Sen üzülünce ben pek dayanamıyom biliyon mu, kötü oluyorum. Ki sen o gemilere el sallarken bile içim eziliyor benim. Ah o mecnun yok mu, o mecnun son zamanlarda çok üzüyor seni. Bakma sen ona, senin çocukluğunun arkasındaki olgunluğu hissedemez o. Hem atarı da verdin son bölümde iyi de ettin. O kamil’e söyle bir daha da üzmesin seni. Hem nereden bulacak daha senin gibisini ki; ailenin, uzak akrabalarının neredeyse hepsi meslek sahibi, herşeyi bilen insanlar. Senin halan bile dağcı İsmail Abi:)
Benim hatta bir çok insanın içindeki çılgınlıksın sen İsmail Abi, dolapta duran giymeye cesaret edemediğimiz payetli elbiselerimizsin, gazete ilanlarından kestiğimiz iş ilanları sayfası,sabahın köründe karşıdan karşıya n’aptın diye bağırmayı hayal ettiğimiz masal kahramanımızsın…
Hatırlamak istemem ama, bence ceketini alıp giden Şekerpare’de seni sevmişti İsmail Abi…:)

Sevgiyle.


9 Nisan 2012 Pazartesi

İç ses.

Artık geçmişe bakıp hayıflanma, sinirlenme, kafayı sıyırma işini tamamen bırakmalıyım. Bu telkin benim kendime verdiğim bir emir aslında. Çünkü hayatı boyunca hiç makül olamamış hep beyaz ile siyah arasında dönüp dolanan hayatına gri’yi soktuğunda eli ayı birbirine karışan, vur dediğinde öldürmeye meyilli bir kadınım ben!
Marifet olsaydı keşke, en sevdiğin şeyi yapmak, en nefret ettiğini yok saymak bir iç savaştır nihayetinde, uçlarda olmayı seçmek için iç çekişmeleri öğütecek bir değirmen gerek.
Sen adına detay karmaşası dersin, ben kimliksizliğin imzası!

Uyku saçmalamaları..

Çok uykum var bugün. Hani bıraksalar masanın üzerine yığılıp horlaya horlaya uyurum. Gece uyuyamadığımı ya da sabah çok erken saatte kalktığımı düşünmesin kimse, sadece yarım saat erken kalktım ve bu haldeyim.
Bir kez daha kendimi tebrik eder, son derece dinamik, azgın, yelloz, bu ceo kılıklı hayatta üstün başarılar dilerim şahsıma…
Bu sabah gözlerimi açtığımda; bir süre pazartesi değil diye bir kaç kez telkin verdim kendime. Ama beynim her seferinde geri bildirim verip yemedi ukalalığımı. Sanırım klişeleşmiş şeyleri beynimiz direk silmemek üzere kaydediyor, ya da yaşanmışlıkların verdiği hisler bizi yanıltmamak için kurgulanmış. Bu tarafını ben de çözemedim. Her neyse çok da önemli değildi sanırım.
Çok sevgili kocamla birlikte uyandığıma, hatta hadi çıkalım artık diyebilme şansına nail olduğumdan mutluyum. Çünkü bizim evde bu pek olmaz. Beni uyandırmak için her türlü işkence tarzını deneyebilirsiniz ama her halükârda, uyku halinde de olsam kandırabilirim sizi.
Severim ben uyku dönemlerini, rüyaları, gece konuşmalarını, tavandaki şekilleri. Böyle programlanmışım; bu benim bahçem, bu benim iklimim.
Rüyamda gördüğüm insanları gerçekle karıştırmasam daha da romantik olacak benim kişiliğim ama olsun.:) Bendeki kusurlara kurban olun siz sayın vekilim!
Bağrı buz yumağı Ankara’nın soğuğunu bilmezmiş gibi giymişim bir tül çorap ve etek çıktım evden.(Kuşlar kıçıyla gülmüştür bana eminim)Ha bir de, o kadar geri zekalıyım ki ev sıcaklığı ile dışarının sıcaklığını aynı sayabiliyorum, tabi bu tarz seme hâllerimle ilgili uzun uzun konuşacağız daha sonra, şimdilik es geçiyorum burayı.
Nihayetinde; arabaya bindiğimde dondum!!; kendime, Ankara’ya, giydiğim tül çoraba, işime, Almanya’daki yakınlarıma:) herkese herşeye küfürleri sıraladım. “Bir daha da giymem etek, asla hayatımdan çıkardım der gibiydim ki…”
Arabanın ısısı hafifçe değişmeye başladı.
İç ses :”Seviyorum süslenmeyi ben ya.” “Olsun artık bugünlük biraz üşüdüm”
Böyleyiz işte çoğu zaman, en azından ben fazlasıyla böyleyim, çok derinden yakmadıysa hatalarım içimi, çabuk bağışlayabiliyorum kendimi. Objektiflik uzun bir tatile çıkıyor tabi bu esnada. Tam tersi de olabilir.
Uykular ve iç sesler.
Sevgiyle.